İSTANBUL TÜRKÇESİ HANGİSİDİR?

Dünyada Türkler kadar lisanca ve coğrafyaca birliklerini muhafaza etmiş bir millet yoktur. İstanbul'dan çıkınız. Anadolu'dan, Azerbaycan'dan, Kafkasya'dan Türkistan'dan geçiniz. Mançuri'ye gidiniz. Hiç tercümana muhtaç olmayacaksınız. Bütün Altay dağlarının civarında da Türkçe konuşulur. Fakat her lisan Türkçenin de mahalli şiveleri vardır. Türk kelimelerinin her yerde "şekliyetleri bir, yalnız biraz "savtiyetleri ayrıdır. Çin'in Kamgo vilayetinde bile konuşulan lisan Türkçedir. Ve biz anlayabiliriz.


Kastamonulu, Erzurumlu, Vanlı, Adanalı, Edirneli şivelerinin ihtilafıyla beraber nasıl pek güzel konuşup anlaşabilirse Turan'daki bütün Türkler de birbirlerinin sözlerini öyle anlayabilirler.

Artık her millet gibi Türkler de millet haline geçmeye başladıklarından umumi ve edebi bir lisana ihtiyaçları günden güne artıyor. Bu umumi lisan nerenin Türkçesi olacak?

Ancak Anadolu kadar olan Fransa'da da şive ihtilafı pek çoktur. Hiçbir lehçenin konuşulduğu mühit yüz kilometre geçmez. Fakat Fransız milleti Paris lisanını umumi lisan olarak kabul etmiştir. Mahalli lisanlarla gazete ve kitap neşrettirmez. Bu gibi mahalli Fransızcaların taammümlerinde milli bir tehlike görür. Meneder.

Anadolu'nun, yani Fransa'nın on beş yirmi misli olan Turan'da şive farkı Fransa'daki kadar bariz değildir. Onlar nasıl Paris Fransızcasını edebi ve umumi lisan yapmışlarsa, biz de "İstanbul Türkçesini bütün Türkler için, bütün Turan için milli ve umumi bir lisan haline getirmeliyiz.

Uyanan, yaşamak isteyen Türkler bunu itiraz etmeden kabul ediyorlar. Yalnız iş " İstanbul Türkçesini bulmağa kalıyor.

İstanbul Türkçesi hangisidir?

Softaların konuştuğu çatlaklı (ayınlı), muharrirlerin yazdığı Arapça, Acemce terkipli, ihtiyar ve muhafazakar memurların konuştuğu basmakalıp tabirli Babıali lisanı mı, yoksa halkın konuştuğu lisan mı İstanbul Türkçesidir Bunu tayin etmeli, insaf ve terbiye dairesinden çıkmamağa gayret ederek münakaşalar yapmalı.

Softaların ve ulemanın konuştuğu çok Arapçalı lisan, İstanbul Türkçesi olamaz. Onlar her kelimeyi Arapça tecvidine uydurmağa çalışırlar. Hatta bu halleri bazı hikayelerin icadına bile sebep olmuştur.Bir kadın bir mektup zarfının üzerini bir hocaya okutmak istemiş. Hoca zarfı eline almış.Okumuş.Ve demiş ki:

-  (minna) Şol şey ki (süttire) ötrülür (muttasıran) ısrar ederek (felegannehu) bunun irabda mahalli yol...

Kadın şaşırmış:

-  Ayol hoca efendi. Zarfın üstü Türkçe yazılıydı.

demiş. Softanın ayrı ayrı teşditleyerek Arapça manasını çıkardığı cümle Türkçe "Manastır Mutasarrıflığına" cümlesi imiş. Daha buna benzer birçok hikayeler vardır.Softalar Türkçe kelimeleri teşditleyerek, medleyerek Arapça haline kor ve iarabına göre mana çıkarırlar.

Hala divanlardaki eski edebiyat lisanını kullanarak birçok Arapça, Acemce terkipler yapan muharrirlerin hususi lehçeleri de İstanbul Türkçesi sayılamaz.

Bu Acemce terkiplere kim Türkçe, kim İstanbul Türkçesi demeğe cesaret edebilir? Bzı muharrirlerimiz bu Arapça ve Acemce terkip düzmek hastalığından kendilerini kurataramadıklarından başka -"edebiyat tarihi" ile "tarih-i edebiyat" arasında ne fark var -diye Türkçede, Türk sarfında, Türklerin selikasında yaşayan "lami ve beyani" izafet farklarını inkar ediyorlar. İstanbul Türkçesini İstanbul muharrirleri içinde bazıları ara sıra pek güzel yazmışlardır.

Mesela Mehmed Rauf Bey... Eğer terkipçi arkadaşlarının tesiri altında yazmasaydı Türkçenin nesirde bir üstadı olurdu. Halbuki mensup olduğu edebiyat mektebi terkip istiyor. Nergisi ve Veysi lisanından ağır; muğlak, Türkçeye benzemez bir lisan istiyordu. O da alacalı bulacalı terkipler yaptı. Ve hala yapıyor.

Terkip yapmadığı, terkip uyduracağım diye selikasını, fikrini yormadığı zaman kolaylıkla konuşulan lisanı yazmış. İşte siyah İnciler'den bir parça... Rauf Bey bu anda pek samimidir. Terkip yapmak değil, kendi teesssürünü, kendi göz yaşlarını terennüm etmek istiyor. Bakınız, hiç terkip var mı cümleler konuştuğuz gibi nasıl kısa ve ahenkli:

"İniltili, ıslak, siyah bir kış günüydü. Onun öldüğü gündü, onun. O benim dünyada bir tek kardeşimin, o meşum hastahanede, birçok sedaletlerden sonra inleyerek, İstimdat ederek, "Beni kurtarın, beni kurtarın!" diye sızlayarak öldüğü gündü.

O ölüyordu. O gözümün önünde ölüyordu. Gözleri korkudan ihtilaçlarla açıla açıla siyah bir çjur oluyordu.

Yüzümün soluk, terli derisi gerile gerile kemiklerin üstünde yırtılıyor gibi ağzında büzülüyordu. Dudakları kuruyarak, morlaşarak, deri altında dişleri sayılacak kadar kemiklere yapışıyordu. Göğsü son harharalarla; son iniltilerle boğazına çıkıp sonra alçalıyor, alçalıyordu.

Ve ben bir şey yapamıyorum: hiçbir şey yapamıyordum. Onu bu hale getiren; inleterek böyle gaddarane öldüren derde; bu hain mevte hiçbir şey yapamıyordum. Bu aczin elinde ezilmiş; haykırmak istiyordum. Kudurmak istiyordum. Ölmek muhakkak olsa bile vahşi vahşi; kanlar içinde intikam almak için kuduruyordum:

Fakat gidip sebep, hak soracak, gidip intikam alınacak hiçbir kimse yoktu.

son nefesini işitmemek için; şakakları yapışmış ve şimdiden ölmüş bu zavallı, perişan saçları içinde; bu kadar güzel ve siyah gözlerin; benim sefil kardeşimin gözlerinin södüğünü görmemek için kaçtım; oradan, yanından kaçtım. Fakat "öldü" haberinden kaçamadım. Ondan kaçamadım.

Öldü. Evet; o da öldü. İşte hepsi öldü; on iki sene evvel ninem, üç sene evvel babam ve şimdi o; aşkı kalbimde hepsinin yerini tutan o da öldü; üçü de öldü. Ve ben onların mezarlarının; onların mezarlarının yanında açılan bu yeni mezarın başına bugün inlerken benim için kendilerini artık bir daha görmek ihtimali muhal olduğu, bu kimsesizlik içinde sürünmekten başka hiçbir çarem bulunmadığı halde -mecnunane olda da- onların şimdi beraber olduklarını düşündüm de "Ah, şimdi siz bana ağlayınız; siz bana...." diye feryat ettim."

Rauf bey yazılarında daimimi olda imiş tam Türkçe yazabilecekmiş. Sonra Süleyman Nazif Bey'in şu sekiz satırlık cümlesine bakınız.

[(Muhteviyat-ı mutantana-ı kadimesinin) (enkazı ve izalmı) üzerine asırlarca gizli gizli yıkılarak nihayet kabristanlarla viraneler arasında kaybolan sürünüzün dahili, (ebna-yı Adem'den) iki yüz bin (mahluk mudur ki) (penah-ı muaşeret) olduğu zamanlarda şattü'l Arap ile Akdeniz arasındaki mesafe daha uzun, güneşi daha kızgın, hava ile torak (emraz-ı müstevliyenin) (vesait-i sirayetini) daha az hamil, tabiat daha az bi-aman değildi.]

Bu lisan İstanbul Türkçesi değildir. Eski edebiyat lisanıdır ki yazarların hepsi yanlış yazdığı gibi anlayan da yoktur. Bir kere Türk lisanındaki lami ve beyani izafet manaları kaybediliyor. Sonra Türkçenin edası bu kadar uzun cümleleri kabul etmez. Bu lisan konuşulan Türkçeye tercüme edilebilir. Mademki Türkçeye tercüme edilebilir, o halde aslı Türkçe değil başka bir lisandır.

Terkipçi muharrirlerin lisanı gibi ihtiyar ve muhafazakar memurların Babıali şivesi de İstanbul Türkçesi değidir. Bu hususi lisan baştan nihayete kadar bir takım klişe terkipler ve atıflarla doludur. Arap ve Acem tecvidiyle yoğrulmuş öyle garip bir bestesi vardır ki işitirken insanın hayalinden birden temennalar, tekapular, eğilmiş boyunlar, öksürükler, enfiyeler, İstanbullulardan mürekkep bir kabus kararır. Abdulhamit'in dahiliye nazırı Memduh efendi yakın zamanlarda bu tuhaf lisanla iki kitap neşretti. Tetkike ve ibret almağa değer.

Avamın, halkın konuştuğu lisan İstanbul Türkçesi midir? İstanbul'da hangi sınıfın, hangi tabakanın lisanı halis Türkçe sayılabilir? Gelecek nüshamızda da bunu arayalım.

 23 Temmuz 1914  Türk Sözü sayı:14

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski